İzmir, 1985 |
Beni tanıyan
pek çok insan otomobillere olan tutkumu yakından bilir. Eskiye dair
hatırladığım ilk şey, evdeki koltukların üzerinde minderlerden otomobil gövdesi,
tencere kapağından da direksiyon yaptığım şoförcülük oyunuydu. Bayide
yöneticilik yaptığım dönemde bir dergiyle gerçekleştirdiğimiz röportajda
"Otomobillerle çok içli dışlı mısınız?" sorusunu "Çoğu zaman
damarlarımda benzin dolaşıyor gibi hissediyorum." şeklinde cevapladığımı
hatırlıyorum.
80’lerin sonuydu. Tofaş ve Renault’un pazarda alabildiğine güçlü olduğu dönemlerdi. Orta gelir grubunda yer alan bir aileyseniz o yıllarda sahibi olacağınız otomobil büyük ihtimalle bu iki markadan birinin modeli olurdu. Bizim de mavi renkte Şahin otomobilimiz vardı. Babam, otomobile bildim bileli merakı olan biri değildi. Çalıştığı kurum da kendisine uzun süre araç ve şoför tahsis ettiğinden sürücü belgesi almaya bile emekli olana kadar ihtiyaç duymadı. Onun aksine ben otomobillere o kadar meraklı ve arabamıza düşkündüm ki, bazı hafta sonları neredeyse bütün bir günümü evin önündeki arabamızla geçirir, sağını solunu siler parlatır, sonra da oturur içinde müzik dinlerdim. O anlarda tek isteğim, bir an önce 18 yaşına gelmek, sürücü belgesi alıp trafiğe çıkabilmekti.
Hafta
sonları yaptığım diğer bir önemli iş ise Auto Show ve Oto Haber’in çıkan yeni
sayılarını takip etmekti. Hatırlayanlar olacaktır, o dönemlerde Auto Show ve
Oto Haber yoğun tiraj rekabeti içerisindeydiler. Oto Haber, satışlarını
artırmak için kapak sayfasını her hafta bikinili bir kızın fotoğrafıyla
süslerdi ama benim penceremden Auto Show, hep bir adım öndeydi. Bu dergilerin
şimdiki gibi her yerde bulunması da mümkün değildi. İzmir’de yalnızca Alsancak
Migros’ta ve Karşıyaka Vapur İskelesi'nin önündeki gazete bayisinde satılırdı.
Auto Show’da okuyucuların posta yoluyla gelen sorularını yanıtlayan Onno
Usta, o dönemlerde benim için pek çok insandan daha önemli zattı. Bu
arada fırsat buldukça eski kitapçıları dolaşır eski dergi ve katalogları da toplardım. İnternet olmadığı için bilgiye ulaşmak bugünkünden çok daha zordu
ama yine de keyif alırdım. Evinde Şahin, Doğan ya da Renault 21 kataloğunu
saklayan kaç kişi vardır ki? İşte ben onlardan biriyim! Koyacak yer bulamadığım
yüzlerce dergiyi yıllar içerisinde hiç üşenmeden tarayıp bilgisayarıma aktardım.
Zaman zaman göz atmak hala çok keyifli oluyor.
90’ların
başına geldiğimizde ithal markalar yavaş yavaş Türkiye pazarına girmeye
başlamıştı. Annemin çalıştığı holdingin bir şirketi aynı zamanda İzmir’de Mazda
yetkili satıcısıydı. Kaplumbağa sevimliliğindeki 121’ler, açılıp kapanan
farlarıyla hayalleri süsleyen spor model 323’ler ve kadife koltuklarıyla insana
evindeymiş hissi yaratan 626’lar... Okulum annemin iş yerine yakın olduğu için
fırsat buldukça çıkışta yanına gider, showroom’da teşhir edilen araçları inceler
ve satıcıların müşterileriyle neler konuştuklarını dinlerdim. O yıllarda Mazda
kadar popüler olmaya başlayan bir diğer marka da Alman Opel’di. İzmir
Torbalı’daki General Motors fabrikası Vectra üretimine başlamıştı. Bütün
modellerin kataloglarını toplamıştım. Kazayla atılmasın, kaybolmasın diye
onları yatağımın altında özenle sakladığımı hatırlıyorum. Vectra 1.8 GL, 2.0 GLS, 2.0 CD ve
tabi sadece gri renkte üretilen GT. Hatırlıyorsunuz değil mi? 2001 krizi
öncesinde kapanan fabrikayı çok arzu etmeme rağmen görmek bir türlü
kısmet olmadı. Yıllar sonra sektörde kendime yer bulunca, uzunca bir süre
GM’de çalışmak için yoğun çaba sarf ettim. Ne yazık ki insan kaynakları yetkililerine bir türlü sesimi duyuramadım. Nitelikleriniz
pozisyonun beklentilerini karşılıyor olsa bile "bayide çalışmış" bir
geçmişiniz olması onlar için nedense eksi puandı. GM’de çalışmak için herhalde
uzaydan gelmiş olmak gerekiyordu!
90'ların ortalarına doğru Türkiye'de 2S, 3S, satış, satış sonrası ve yedek parça gibi kavramlar konuşulur olmaya başladı. İzmir de bunlardan nasibini yavaş yavaş alıyordu. Hatırladığım kadarıyla ülke genelinde bu yönde yatırım yapan markaların başında Toyota geliyordu. İzmir Çınarlı'da o günkü koşullar için devasa kabul edilebilecek büyükükte bir Toyota Plaza açılmıştı. Bir gün annemle Alsancak'a giderken önünden geçtiğimiz esnada "Bak anne göreceksin, bir gün ben de böyle bir plazanın başında olacağım." dediğimi dün gibi hatırlıyorum. Marka, Toyota olmadı ama otomobil tutkuma yaşama özgürlüğü vermem gerektiğine yönelik inancımla üniversite eğitimimin ilk yılında sektöre adım attım. Güney Koreli Hyundai de 90’lı yılların başında ithalat yoluyla Türkiye pazarına girmiş, hafızam beni yanıltmıyorsa 1997 yılında da İzmit’te üretime başlamıştı. Ben de İzmir’deki iki yetkili satıcısından birinde öncelikle yaz tatilinde tecrübe kazanmak amacıyla satış kadrosunda işe başladım. Çocukluğumdan beri en sevdiğim şeyle meşgul olmak, üstüne bir de para kazanmaya başlamak gerçekten çok keyifliydi. Showroom’un arkalarında küçük bir masada oturur, o zamanlar bana dev gibi gelen satış şeflerinden fırsat kalırsa otomobil satmaya çalışırdım. Şirket yönetimi, enerjim ve çalışkanlığımdan memnun olacak ki kısa bir süre sonra benimle tam zamanlı devam etmek istediklerini söylediler.
Filo ve
aktif satış -ki o zaman Hyundai’deki adı dinamik satış - ikinci el
sorumlusu, satış müdürü, genel müdür yardımcısı pozisyonlarında bayilerde görev
aldım. Genç yaşta aldığım bu görevlere hep işimi severek yaptığım için
erişebildim. Birlikte çalıştığımız satış ve satış sonrası ekipleriyle çok güzel
işlere imza attık. Yaşadığımız derin krizler de oldu, yoğunluktan evin yolunu
unuttuğumuz da. Müşteri memnuniyeti, FX-Coupe - Sonata gibi markanın üst
segment otomobilleri ve ticari araç satışı alanlarında ödüller almaya hak
kazandık. Türkiye'de her dönemin bir markası var sanırım. O dönem de sıra
Hyundai’deydi. Üstelik plaza patronlarının ceplerine akreplerin henüz
girmediği, kapısını çaldığınızda bildiklerini sizinle paylaşmaktan çekinmeyen
tok gözlü yöneticilerin var oldukları ve otomobil satmanın alabildiğine keyif
verdiği,q hem patronlara hem de çalışanlara para kazandıran dönemlerdi. O
günlerden bugüne tam 11 yıl geçti.
2007'den
itibaren yürürlüğe giren Blok Muafiyeti Tebliği’yle kartlar yeniden karılmaya
başladı. Bana sorarsanız bayi teşkilatlarında büyük ölçüde karlılık
düşüşüne bağlı olarak işin sihri kaçmaya çoktan başladı. Önümüzdeki günlerde ne
yönde gelişmeler olacak? Bunları hep birlikte görüp yaşayacağız.
Bir yandan otomobil satarken bir yandan da sürekli olarak sektörün farklı alanlarında kendimi geliştirmek istiyordum. Bir dönem basın-yayın tarafında çalışmayı bile düşündüm. Kendi çapımda, bölgesel bir şeyler yapmaya çalışırken aklıma henüz çok yeni olan dijital mecra geldi. Bir gece yarısı kalktım, "Türkiye'nin ilk yerli otomobili Devrim" üzerine bir yazı karaladım. İnternette gezinirken Milliyet gazetesinin blog sayfası ilgimi çekti. Yazımı orada yayınladım. Bir hafta sonra sayfaya girdiğimde yazısı en çok okunan blogger olduğumu görünce çok mutlu oldum. Tüm yazılarımı tek bir yerde toplamaya o gün karar verdim. Otomotivden.com ismiyle bir internet sitesi, facebook ve twitter sayfaları oluşturdum. Herhangi bir ticari kaygı gütmeden yürüttüğüm bu çalışmaya da "Otomotive gönül verenlerin adresi" gibi kendimce bir misyon yükledim.
Tutkulara
yaşama özgürlüğü verebilmek ümidiyle
Sağlıkla
kalın
Fırat Kurtoğlu